10 Aralık 2014 Çarşamba

şekerli şeyler ve sonra için



birinin ocakta çayı kalmıştır mutlaka
masada küllüğü. akşamın en güzel saatlerinde
dışarıda gökdelenlerin ve sokakların
iktidarlar kadar uzadığı belirsizlik
dışarı hep bir belirsizliğe açtır
mesela neyi söylesem olmayacaktır
neyi anlatsam olacak
çatıları öpen sabahlarca
incelikli ve üşüyen
en çok doğrular yırtılacaktır.
mecburiyet yıllar künyemiz
doğrudur kurtlanmış bir tarihe talip oluşumuz
ki mahremiyetin gömülüşü bundandır.

mesela bir kayıplıktır biraz
birinin günaydınına cevap bulamayışı
biri ben olmuşum ya da sen ne fark eder
alışmak beter bir yenilgidir.
biraz açınca camı güneş girer
biraz açınca ışık
biraz açınca ses
cinayetler ve hırsızlıklar kadar
kıpırdanışlar ve soluyuşlar
iyi kötü girer -olsun
kimsesizliktir bu biraz -bilmezler
bilmedikleri gibi sevdiğim
gözleri deccal bir yetimlik oluşunu
içimize bakışının
tomaların altındaki çocuğun.

yapraklardan tanıyorum mevsimleri
insanları ve zamanı, açlığından.
sonraya korkunç bir arzu
sonrayı tanımıyorum
bir kuş her gün gelip konsun balkonuma
her gün bir parça ekmek
nasıl seviniyorum -biraz çocukluktur
göğsüm çiçeğe durmuş kuşkusuz
yüzüm güneşe çevrilmiş şekerli bir keder
ara sıra avuçlayışım bundandır.
olsun sevinmeyecek gibi değil
birinin bir yerlerde gülümseyişi
bu ne güzel bir inanıştır sonraya
olsun.


s.k.e
ikibinondört’te3kasım

(Akatalpa, Aralık 2014, Sayı180)





kabul kederdir.



çok çektim banka veznelerinden ve cadde boyu atm'lerden
içimden hep bir fili tuttum
fiilleri unuttum ama failleri kırk yıl hatırlı
fincan güzel kahve güzel.
siyahi banknotlar ve umutsuz boykotlar gördüm
yani bilirim ki insan bilmenin sancısıdır
bilirim cennet ehlidir tankların ezdiği çiçekler
ağaç insanın canlı heykelidir
ben böyle baktıkça sokak güzel kavga güzel
kış uzun bir ibrettir.

bütün kadınlar böyle öpülmüştür diyebilirim
misal
nice meydan muharebeleri
nice terlemiş atlar
rüzgâra yenik çıplak dallar uzamıştır
sırtımdan boynuna.
usulca bozulmuştur bir filin ayak izi
sığdırılmış bütün şeylerin içinde.
yani diyebilirim ki
bir yay böyle bozulmuş
bir yatak böyle gıcırdamıştır.

insan haritasının neresinden dağılır
nereyedir hicreti 
bütün bir ömür böyle örülmüştür
iplik iplik böyle sökülmüş
böyle düğüm böyle kör
bilmek güzel bilmek güzel.

pazar yeridir parmak uçlarımız
parmak uçlarımız iman
bu ülkede bir şey olmak bile artık pörsümüş bir şeydir
misal zeytini unutturan başka bir kıyımdır
tomaları unutturan onlarca tomar.
reset edilmez bellekler arası
çocukluğun kükürt kokusudur kayısı
bir dil en çok ne zaman sızlar
unutulur yaşattığımız o kesif tarih
kirletip attığımız ne varsa
kabul kederdir
gibi bir aşk kıyısında
ölüm güzel.



s.k.e
ikibinondört’te2aralık

16 Kasım 2014 Pazar

müşteki



büyülü bir iç çekişti yaşamak diyeceğim
ilk kez okuyabilmek kadar
ağzımda kaç milyon kuş
koca bir boşluk
yutkunulmuş çığlık
bir nehre girer gibi üşünmüş
allah kutsal bir tebessüm yüzümde
kendimi hatırlatacak
son durağa gelmiş bir son şurada
rastlanılmış ve soğuk.

bütün çocukları ben öldürdüm diyeceğim
bütün yıkıntıların sebebi ben
bütün kıyımların ve kıyısızlığın
dur bu filmi ben bitireceğim.

kendini öpen kadın hep kendine dönmüştür
az uyumuş hiç uyanmamış
gözleri çürük vişne
ağlamıştır mutlaka yine ağlasın isteyeceğim
bir şeyler biter -bir şeyler hep bitsin
içimiz bereketli bir yer
bir yer ve mutlaka iyi bir şey
dinler adına
aynılık büyük keder
yürürken terliğimi sürüyeceğim
allah! diyecek alttaki kadın
ayak sesim ağzında
dur biraz dinleneceğim.

çatlamış damarı
bu gemi yürür mü
dağ dağa konuşmaz insan insana
şuramda tam şuramda şişirilmiş
biraz konteynır
biraz fazla meyilli kış
kârhaneye susmuş allah
kusursuz şehvet ve para
ortalık yerde üzüleceğim ne tuhaf
kış ne tuhaf
şakacı bir telaş ellerimde
avukat istemeyeceğim.



s.k.e
ikibinondört’te16kasım


ağzımda


senin adın neydi
ah neydi
bir çiçeğe su vermeye benzer miydi?
sahi neydi
ben o zamanlar yazardım
biraz az biraz yaz
azardım ben o zamanlar
azar azar ah niyeydi

kaç yıl önceydi neredeydi
hırçın bir eğilmeydi sudan seccadelere
sudan sebeplerdi
ah kime neydi.

sırtımda bir yokuşu eğdim yere
o düşenler ayak izleri miydi
of bunu söylemek niye
of niye ve kime

sahi neydi
senin adın neydi
ağzımda bir şiir kadar vakitsiz ve tenha
bir orospuya benziyordu
bir ayyaşa
ya da yaslanmaya bir direğe
öyle güpegündüz
sokak ortasında.


s.k.e
ikibinonüç’te12kasım

(Akatalpa, Aralık 2013, Sayı:168)

29 Ekim 2014 Çarşamba

doğru



altı yüz elli yedide durmuş bir saat
en çok devlet tarafından sokulmuş
bir akrebe benzer –içimize.
günde kaç vakit doğru
kaç vakit doğulu bir ölümle
kan tadında cümlelerden sıyırıp sıtkı
suyun ardından giden kim?
yol kenarına dizilen şu sanrılar
şu kendi fırtınasına direnememiş gemi kaptancıkları
kancıkları da diyebilirdim
kahpe bir dünyaya yakışır biçimde
çok nemli ve biçimsiz
anladım neden oradalar.

kusurlu topraklarda uzayan rayları boyuyordum
sesimle. her kusura bir tanrı
her kusura affedilmiş bir suç
her kusur biraz geçilmiş. oysa
içimden geçen o trende bir tek ben yoktum
bütün yokluğun içindeydim
bütün hiçliğin bütün peronların
ve hırpalanışların azar azar
bütün bütün. anladım neden.

bilmem ki niye kış uzun geçer bazılarına
bildiğimi sandığım oldu çok zaman
bir şeylerle başka şeyler arasında
bütün sokakları çıkmaz yapan
o yokluk, o korkunç sıkışmışlık
hep aynı saatte aynı kaldırımı aşındırma
muntazam. bilmem ki nereliydi.

biraz dalgın biraz dağınık
biraz telaşsız ve sessizim
böyle uzandığım vakitler kendi yüzüme
bir kayısı çiçeğine rızkı koyan allah’a sorma hevesi
içindeyim. niye ve neyin bilmem ki.

incirin ve çekirdeğin adıyla
zeytin ve yemin alnımda
akıl almaz fena her şey ve herkes
her şey ve herkes bulaşmış
belki çarpışılmış. doğru
esirgenmiş ve bağışlanmamış
bilmem ki neden burada
üç kere gülümsedim dünyaya
sonra anladım neden
sessizce topladım ağzımı
sonra gözlerimi sesimi
sonralarca sessizliğimi.

hâlsizliğim kalsın. bu pek doğru
çatık kaşlı zamanda.





s.k.e
ikibinondört’te10eylül

5 Eylül 2014 Cuma

taşların gölgesinde



ikimiz de bir şeylere inanıyorduk
-bu fevkalade güzel
oralıydık
bir gün ikimizden biri kanatlarını açacaktı
imrendirerek bütün kedileri.
bir gün o gün olur –inanıyorduk
bakışlarımızın arasında tren rayları
istasyonlar, duraklar
başka başka şehirler
hep başka saatler
hangimizin daha çok yanacak canı?
mükemmel, eski bir fotoğraf
bir topun ardında koşan
ayaklarının altı taş döşeli yollar
ve ağzı gül reçeli tadı.

vakitsiz bir sabah vakitsiz bir akşam
bilmeyi susan yüzüm ibret
oysa hiç gülmezdim
ağzımda avlulardan geçtiğimiz zamanların hüznü
kırılmış, yıkık
afet tadı ağzım.

ikimiz de bir sabah bir akşam
en çok akşam sonsuz karanlık
ikimizden birinin sözleri daha mavi
hangimiz ağzımızı kapasa.
bir gün hatırlarım soran olursa
bir gün sen sor diye başlarım
bir bardak suyu içerken içime akar gibi olur
çocuğunu emziren herhangi bir anne
neden yorulur insan uzaklığından bu yana
bir gün susalım –söz ver
ellerinsiz
yollarda
bir sabah bir akşam.

göçerken gördük kuşları
otobüsleri gördük geçerken
devlet sınavlarına girmiş
genç kızlar ve genç oğlanları…
kederli bir şimdiyi andırıyordu banka vezneleri
usulca yaslandı ardına dün
ellerin ve yüzün
bir tarih kadar eski ve güçlü
ve bir o kadar heyecanlı karşımda.
şüphe götürmez günlerdi
ardıç ağacına atılan çentik
yollar ve onların ansız sapakları.

ikimiz de bir şeylere inanıyorduk
mesela saksıya en çok sardunyalar yakışıyordu
bunu bana hiç söylemedin
bunu sana hiç söylemedim
ve yazdığım birçok şiiri
yarıda kesmek zorunluluğuyla bitirdiğimi.
herkes bilse iyi olur
bilmeye inanılır bizim buralarda
bir gün söylerim
taşların gölgesinde uyuyan suskunluğu
yani kımıltısızlığını devrilmenin.
ve sıradan bir memur atamasının
apansız bir yarımlıkla
bütün fena şeylerin önüne koyulduğunu,
ama bir gün.

ikimiz de oralıydık
bu düşününce
fevkalade bir şey.




s.k.e
ikibinondört’te14ağustos


(Ayna İnsan, Sayı:12, Eylül-Ekim-Kasım 2014)



12 Ağustos 2014 Salı

yirmi iki



devlet kayıtlarından silinmiş bir yirmi iki
şimdi okyanus içmiş bir kuş
gibi şairin
gerçeküstücü bir özleminden başka nedir ki
ben onu annemin sesinde sevdim.

onu sırlara
oyuna
dalavereye susarken
uzak bir ülke gibi düşerken gözlerim
camın ardına
üstelik sesim de güzel değilken…

ölmenin ödülünü veriyordu
büyük salonların
proporsiyonu düzgün hanımları beyleri
kalbimi çıkarıp oracığa
acıyla gülümsemeliydim
sonra avuçlarım yumruk
masada
havada
avuçlarım boşlukta
ben onu vazgeçerken sevdim.

beklediklerimizin gelmeyişinden miydi
yılgınlığı güneşin?
annem kaçıncı rekatta melek
kaçıncı vakitte cennet olacak?
ne güzel ölmek
ne güzel sokaklarda,
ne güzel bırakıp ne güzel
bir sevgilinin elini.

köşedeki ağaç
köşedeki bakkal
köşedeki adam
satıcı
ev
ve sokak
saymıyorum bile içinde durduklarımızı
odanın mesela
ve hatta insanın
bütün köşeleri kaptırdığım zamandı
ağzımda yirmi iki
böyle değil
öyle değil
ben onu ikindi vakti
duvar diplerine düşerken gölgeler
dünya bisikletin tekerinde dönerken
ama dönmezken dilim…

rüzgârın mı yoksa yaprağın mıydı
o ses?
iki elin buluşması
belki vuruşması
ama illâ ikilikti
ve o hep yirmi iki
sevdim
sevdim.



s.k.e
ikibinondört'te21haziran


(Akatalpa, Sayı:176, Ağustos 2014)





9 Ağustos 2014 Cumartesi

işte sinem



“Git denenlere, dön demeyi beceremedik de ondan mı dönmüyorsun Sema?”-Sinem Ilgın Omay-



düştüğünden habersiz yaprak
eridiğini bilmeyen kara benzer biraz
herkes birbirini anımsatacak biçimde gider
bir gün
yani o gün herkesin herkesi andırdığı
tuhaf bir özlemek
gelip oturur kapımıza
kapılar ki bilinsin hep içeriden açılmaz.

bütün sokakları geçtim
bütün fotoğrafları
zehir zemberek sözleri geçtim.
allah’a inanıyordum
ellerimden geçen o uzun yolda.
hepsi kendimden geçmeye benziyordu
annem git gide uzaklaşan bir gölge
unutulmasın ki dilsizdir gölgeler
sesini yitirmiş rüyalara benzeyen
işte bunlar hep dönüşü yitik bir gitme.

sevmenin ve iyi insan olmanın derdinde
en çok kendimde
yani ne söylesem
biraz devlet memuru gibi bir yanım eğik
yani ne söylesem
biri birine güler de gül bahçesi olur gibi dünya
bir sanmak bir ummak
içim komik bir ülke.

bir kalem bir defter yeter ıssız adama
sessiz adama, gitmek şekerli bir şey
belki de biraz kalmayı anladım içimden gülümsedikçe.
yani yüzümü yüzünden saklamak şart
değerse kaybolacak bir hâl üzere
yaşadım.

işte sinem
bu bahçeler ondan yeşil
bu balkonlar çiçekli
sokağın karşısında ışıklar
ondan
ondan
ondan bu hüzünlü akşamlar
belki biri kalkıp ışıkları açar
ben kalkarım masadan
bir odadan diğer odaya geçmek
bir ülkeden başka bir ülkeye gitmek kadar zor
ben çeksem gözlerimi pencereden
elbet dans eder perdeler.




s.k.e
ikibinondört’te9ağustos

7 Ağustos 2014 Perşembe

frida sere serpe



herkesin frida'sı olmalı
bütün ilgilerini ortaya koyup
doğuyu örmeli
her şey olur. her şey olur
her şey ölür zamanla frida
her şey frida her şey
mutlaka inanmalı
sağı solu bırakıp ortaya.

diyebilmeli
herkesin frida'sı biraz eksik
bu pencereler korkuluklar
bu kadınlar kim
o adamlar nerede
diyebilmeli
bu yatak bu tavan
bu bakış ah bu yatış.

herkesin frida'sı olmalı
durup durduğu yerde
asfalt caddelerinde sevişebilme hayali
dünyanın. ve bütün giden şeyleri
kanatlı bir kaplumbağa ve çok ıssız fil
muazzam uyuyan şehir muazzam ölü
duvarını yadırgayan ev gibi bir şey
herkes ve frida
herkes frida'sız şey.

elleri frida’nın
ortada doğu
frida'nın memeleri -ah ölmeli
doğuda herkes
nasıl olursa öyle
nasıl ölürse
kendini bir sırra vermiş
gül memeleri
gürül gürül büyür de büyür
sere serpe.



s.k.e
ikibinondört’te7ağustos

24 Nisan 2014 Perşembe

ba'nın gitme provaları



ben her gün dışarıya asıyorum kendimi
kendimi tanımadığım yüzlerin hayat hikâyelerine iliştirilmiş buluyorum her gün.
bir vişne dalının tomurcuklanmasından
bir çocuğun ağzında kırmızı lekeler olma hâli
bilmediğim ayak seslerinin ardından koşarkenki hâlsizliğim.

her gün mevsim yaz olsa ve yazmasa annesizliği allah diyorum
ki o büyük şairdir, büyük düşündürür
ondandır bütün babaların közsüzlüğü
ve ondandır aslında annelerin de seviştiği. 

ben her gün dışarıya asıyorum kendimi
mesela bir çocuğun gözlerine
mesela yalanına bir satıcının.
kendimi bir şehrin meydanında heykelleşmiş buluyorum her gün.
güneş doğuyor
kalabalıklaşıyor dört yanım
dört yanım anlamlı anlamsızlık
akar gibi geçiyor gün
akar gibi mevsim
dört yanımda çoğalıyor hissizlik.

her gün alsan ellerimi ve içine baksan diyorum
yüzünü yaşlı bir duvarın gölgesinde unutup.
ki kim olduğumuzun ne önemi var
ya da neye benzediğimizin...
bütün duvarlar sır saklayıcısıdırlar ömrümüzün.

ben her gün unutuyorum kendimi
biraz dışarıda biraz dışında olmamışlığımızın.
uzak bir belkiyle giderim diye o uzak ülkeye
gagasında bir kırlangıcın.



s.k.e
ikibinoniki’de14mart

annem bilse ağlar



benim bir yaram var diyemediğim kimselere
kimseler bilse buna en çok annem ağlar
ben ağlamasını istemem annemin
en çok da bu ay
bu ayın yirmi beşi her yıl annemin boğazına bir şilep demir atar
bunu kimse bilmez
annem de bilmez benim bildiğimi
bütün demirleri eritmek istediğimi
ve batırmak, ağır yük gemilerini.

benim bir yaram var diyemediğim kimselere
kimseler kuş olsa belki derdim
belki derdim kuş olsa kimseler
derdim belki kimseler kuş olsa
söylemek bir yara
kanar.
bunu bilse en çok annem ağlar
ben ağlamasını istemem annemin
ben kimsenin annesinin ağlamasını istemem
bunu kimse bilmez
annem de bilmez istemediğimi
bir seccadenin kanadığını alnımda
ve s harfinin hiçbir harfle yan yana anlam bulamadığını
henüz yazdığımı bir şiire
kimse ama kimse...

benim bir yaram var diyemediğim kimselere
kimselerin kedileri olsa derdim
ama kimselerin hep kendisi var yine kendisine benzeyen
ve geniş odalı evlere kocaman eşyalar dizmeyi seven
sırf bu yüzden çizmiyorum kimseyi resim defterime
kimsenin ağzını öpmüyorum
görmüyorum gözlerini
derince eğilmiyorum ses edip kulaklarının kuytusuna.
bunu anneme desem içi kan ağlar
annem ağlarsa en çok bir banka benzerim ben
herkesin oturduğu ama kimsenin sahiplenmediği
her an dolup ama her zaman boşalacak olan
herkesin içini dinleyip yine de dışında bıraktığı
üstünde her an soğumaya hazır bırakılan sıcaklık
ve izler taşıyan bir bank.
annem otursa tanımazdı beni
ben olduğumu söylemezdim
zaten söylesem önce annem giderdi
sonra herkes.
herkesin herkese benzemesi gibi bir şey kalırdı bana
bunu henüz anlatıyorum bir mısrada.

benim bir yaram var diyemediğim kimselere
kimselere dersem yaram daha çok azar
çok azarsa sevemem ben
sevmezsem artar annemin ağlayışları
ben buna ölmek isterim bir şiirin içinde
ya da dışında herkesin ve her şeyin
gizlemek diye bir şey yok
yok olabilir bir yara üstündeki tenle.
ıslak kaldırım taşları
ve toplanabilir sokak lambaları gökyüzünün altında
şimdi gülmek çok
çok yasal
suçlu bir ağız gibi yapışabilir
ve hatta yakışabilir kimsenin fark edemeyeceği bir yüze.
hükümet devrilse
çökse göğü delen ne varsa
ve o kuşun uçtuğunu henüz yazsam şiire
kim görür kuşu
o kuş görülür mü
bütün uçuşların unutulduğu bu ülkede.


s.k.e
ikibinonüç’te26ocak

6 Nisan 2014 Pazar

ince çizgi aramız



yaşamak mı ölüm mü derseniz
ölüm derim bayım. güpgüzel
taşların gölgesindeki bu kımıltısızlık.

beraber göğü öptüğünüz kimse var mı
aynı çiçek için girdiğiniz bir bahçeye?

yatağın gıcırdayanı makbul bayım
benim yolumda evler ağaçlar yok
ve durmak bir çizgide
ya da çocukça basmamak.
yatağın gıcırdayanı diyorum
kökü derine inen otlar
su içen atlar oluyor
içim fırtınaya meyilli göl.

söyleyecek misiniz onlara uzak olduğumu
her şeyden ve herkesten

sonra bir adamı sevdim
ağzımda tuhaf yanılgılar
bayım yangınlar var
yükseldikçe alçaklaştıran
yırtılan örümcek ağları
ve zaptı zor kaleler.

sokağın mıydı o fahişe duruş
apış arasında yaşlısı genci?

bayım bir serçe kaçışı
kim uzansa bin pişmanlık
kederli şiirlerle seviştiren
iniltili ormanlar içimde.
aşktan kasıklarım gövermeli
şakacı bulut
yüzünden. yüzüme yağmur
yağmur dizlerime
üzerime bayım üzerime
devrilişler var
bilemeyişler.

kim dirilmez ölmeye bunca yakınken
ılık bir nehre yakalanınca pervasız?

kapıların ardında sevişmek
incecik
zamanla.
sevmek iyi bir şey
köşeleri tutulmuş beyaz bir gemi
bu çıldırtabilir pahalılık bayım
ve ucuz yaşam rehberi.



s.k.e
ikibinondört’te6nisan

28 Mart 2014 Cuma

devletler de yanılır.


belki birazdan ağlarım devletler de yanılır
götünü gök sananların oturduğu sandalyeden ibarettir hayat
bazen bilinir bazen bilinmez
kim insan kim değil her şey karışır.

çok utanmış bir kızın suya düşer bedeni
işte ben o an belki bir park olurum, parkta bir bank
bana bakılmış olur, benden geçilmiş…
bir akşamüstü aklımda bir ağustos ömrüm kırışır.
çok üzgün bir anne ile bir kırlangıç arasındaki bağ ne?
neler yanılmaz ki tarih de yanılır.

kasıklarını ovuşturmak için yazanlar harbi yalan
ağacın tarihine çentik atılır
yani bazen diyorum ki bazen işte bazen
metroya benziyor bazı kadınlar, demirden sürüngen
ve adamlar...
yani bazen çok suikast, çok soygun
çok ağlamak istiyorum kim allahsız kimin allahı var
işte bazen devletler de yanılır
kim karşıda durup karşıyı yıkar
kim anlatır bunları sonraya
isimler neyi hatırlatır
kocaman bir endişedir ardından baktığımız zaman
göğsümüzde vuruldukça kuşlar.



s.k.e
ikibinondört’te20şubat


(Akatalpa Nisan 2014 – Sayı 172)



3 Mart 2014 Pazartesi

unutuş

girmediğimiz bahçeler
inandığımız devlet
o yanılgı.
çok renkli bir türkçe’yle bunu nasıl anlatmalıyım
yani işte biraz siyah beyazdı her şeyden
bir kızın saçlarından mesela
yerde uzayan gölgelerden
ve soluk soluğa çıkmaktan merdivenleri
yani herhangi bir olağanlıktı
herhangi bir alışkanlık…

a şehrinde bütün sokaklar çok eski bir şarkıyı mırıldanıyordu
eski bir unutkanlığı hatırlatan nakaratlarla.
caddeler demiyorum –ölümü unutturacak kadar renkliydi onlar
konteynırları kapkara gülüşlere mutfak olan sokaklar
kadınlar ki eksik
kadınlar eprimiş gülüşleri
ve apış aralarında binlerce adamın soluğu.

ben konuşsam kimse duymaz
ben konuşsam kimse olur herkes
bir duvarcı ustası kapkara çiviler çakar
ben konuşsam şizofren bir kahkaha hem sağda hem solda
ben konuşsam öylece kalıyorum
öylece çırılçıplak
öylece yol ortasında.

utangaç düşünceler çeperiydi bir kadının teni
ya da aşkta soylu adamların soluğu
kırışmaya aday çarşaflar nasıl çağırırsa
öyle düşürürdü yollara
yeleleri rüzgârdan bir atın sırtındaki kararlılık.

her şeyin biraz rengini kaybettiği bir akşamdı
iri göğüslü dekolteli kadınlar
ve ana haber bültenlerinde seçim tartışmalarına oksijensiz dalan adamlar
gecenin kantarını kaçıracak deyişlere gülüyorlardı.
derin çizikler bırakıyordu avucumuzda parçalanışı güvercin göğsünün
ben seni kaç kere öptüm
böyle güzel öptüm
nasıl güzel bir unutuştu
kaç saat kaç dakika…



s.k.e

ikibinondört’te23şubat

16 Şubat 2014 Pazar

lavabo açacağı satıcısı


lavaboların allah’ı olmaz
allah’ı olmaz tıkanan şeylerin
bilirdi bunu bütün aynalar
göğsünde yanardağ taşıyan analar ve balıklar bilirdi.
herkes bilirdi ama söylemezdi
lavabo açacağı satıcısı allah’ıydı tıkanışların.
bir gücü yetmezdi şu kalabalığa -sokakta
bilseydi severdi belki göğüsleri pembe bir kadın
göğüsleri pembe bir kadın ne güzel kapatırdı kapıyı –usulca
gülümserdi ardından nazenin
çiçeklenen kırlara dönerdi ardı
ne güzel kokardı pembe göğüslü bir kadın
bütün tıkanışların dışında.

kim isterdi lavabo açacağı satıcısı olmayı
uzun ve kemikli ellerinin olmasını kim isterdi bir tezgahta
lavabo açacağı satıcısının istediği şey değildi
bir dükkanı olsa vitrininde sürekli değişen insan siluetleri
ve raflarda sıralı düşleri.
ya da bir memur masa başında
en fazla dalgın yürürdü
ve hep aynı saatte geçerdi karşıdan karşıya caddeyi.

korkunç ve ıslaktı taşmak
taşmak her zaman hep aynıydı
bir lavaboda ya da sinir uçlarında sabrın.
deniz de biterdi bu allahsızlığında yasaların
bütün köşe başlarında bir gül dikeni
gülü olmadan sevilmezdi diken
gülü olmadan ölü topraklar serpilirdi üstüne bir devrin
bunu bilmeliydi pembe göğüslü kadın
pembe göğüslerin hüznü ne güzel, ne ince.

hiçbir gelin lavabo açacağı satıcısı değildi
bembeyaz bir gün kundaktan kefene
yaz da değildi ama terletirdi boynunu eğince
sokağın köşesinde ya da başında bir lavabonun
terletirdi dökülürken yüzünde sevinçleri.
bir gelinle lavabo açacağı satıcısı arasında hiçbir benzerlik yoktu
benzerlik kafamızın içindeydi
kafamızın içindeydi sevince her şey
öfkesi bir kedinin sarı ve sıcak bir şeydi
adımları sokaktan geçince.


s.k.e
ikibinonüç’te27nisan

aynılık üzerine


bu sabah da her sabahla aynıdır
pencere
duvar
ve şarkısızlık.
göğsüme gelip oturan bir ağırlık gibidir
herkesi ve her şeyi aynı yapan bu sessiz yokluk.

kimse bilmez neyi saklar perdeler
neyi getirir sessizliğin içindeki rüzgâr.
her uzaklık kendi umudunu gizler içinde
mevsimler değişir
yollar biter
yollar başlar
sürekli açıp kapanan bir kapı
içimizin gizli bahçelerinde.
ama unutmayın
unutmayın pencereleri
oradan yükselir insan
ve orada eritir yalnızlığını.

ne güzeldir bazen sıradan olmak
aynılık ve sabah ne güzeldir
çay koymaya benzer
sokağa çıkınca derin bir nefes almaya
ve sebepsiz gülümsemeye bir çocuğa.

biliyorum
bir gün bu aynılık öldürecek beni
öyle sıradan öyle herhangi bir gün içinde
aynı bir sabah
aynı pencere
duvar
ve şarkısızlık.


s.k.e
ikibinonüç’te30kasım

beyaza uzayan boşluk


eğer saçlarımı kesersem kesmiş olurum seninle aramdaki bağı
küsersem yazık olur sardunyaya –henüz görmedin
kararan sokak ve kapalı perdeler
ışıklar titrek ve sapsarı –sen onları öyle sevmedin

göğsüm ateşe verilmiş orman
kaçarken vururlar bir ceylanı ağaçların acıya soyunduğu yerde.
eğer ağlarsam ağlamış olurum yüzümde aksanı bozuk bir keder
kiminle sevişirsen seviş
kiminle sevişirsem sevişeyim
tasviri çok ayıp bir şeyler birikir içimizde
çok kabul görmez
soyluluktan çok uzak
ahlaksızlığın mertebesine erişemedikten sonra bundan kime ne
dünya kir.

eğer severse, ellerim sever bir sabah
bir sabah ve başka bir sabah dahaymış gibi
esirgeyen ve bağışlayan gecenin hükmüyle.
ve bir gün tanrı yitirilir bir pazartesi
o gün bugündür –yazık olur
aşk bir omuz ister ve sıcak bir sine
bir öpüş bir kucak ve hep sonrası
bir akşamüstü seyridir çizersem
tanrım edit edit edit!
ölmek gibi bir şeydir içinde bir trenin raydan çıkması
biçimin kaybedilişiyle.

yitirilirsem yitirilmiş olur bir şeylerin
ve eğer elindeki çiçekten bir dünya yaratamıyorsan adam değilsin.
omurgasız yalanlar ve kaypak adamlar
her mevsim aynı bozuk plak
bir aşk yaratmak adına göze almak defalarca hançerlenmeyi
susmayı öğretemeden konuşan ağızlara
biliyorum güzel şeydi
üzen şeydi biliyorum
yani ne acayip bir şeydi pas tutmuş inançlar arasında.
yitirilirsem yitirilmiş olur bir şeylerin
çürümüş olur gün ağarırken sokağa bakmak
ve sesi güvercinlerin.

yani evet bir sokakta devasal gölgeler gibi uzamak olur
bir sabah
güzel bir sabah
inandığımız bir sabah.
kadınlar sevilir göğsü uzak şehirlere benzeyen
kadınlar hiç gidilmemiş
ve omuzları bir rahme benzemeyen adamlar
benzer bir yaraya nüfuz eden acılar sonrası
büyüdükçe küçüldüğümüz ne varsa yaşama dair
koca bir boşluk açılır –bembeyaz.


s.k.e
ikibinonüç’te30aralık

arşe bir hırsızdır.


arşe özlenen bir kadın ismidir tanrı’nın ağzında
göğsü aşılmaz duvar
ardı gül kokuludur.
annem susar
hem susar hem denize ağlar
ben anneme…
bütün duvarlara susulur
ayın kaçıydı bilmem
ayın kaçıydı unuturum
ayın kaçı olduğunun ne önemi var
zamanın aralığından çıkıp gitmiştir o büyülü duygular.

esad’ın yalnızca kimsesizliğini vurduğu
bir çocuktur arşe sokağın ilminde.
hepimizin çocukluğu tarumar…
erbil’de toprağa verilen
tanrı dağları’nda filizlenen
batı şeria’nın su çiçeğidir
açar incecik.
göğü geldiğinde uçar kuşlar
yabanıl ve uzak.
tanrı bütün orospu çocuklarından yüzünü saklar
kediler büyür
bu merhamet bizi öldürür
arşe korkunç güzellikte bir hırsızdır
çalar tanrı’yı.
kapkara bir iç çekiş kalır
beyaz adamların ardından.

gecenin içi kalabalık
sözsüz
imgesi çıplak.
aylak adam’a rastlama umudu büyütürüm köşe başlarında
odanın
tavanın…
bulamam .
sorma sokağı
çıkamam
dağılırım tespih taneleri gibi içime.
yaralı bir bakıştır arşe tanrı’nın gözünde
bize türkçe altyazılı bir din bırakır
delik deşik gökyüzü altında kelimelerin anlamının değiştiği.
çatırdayan bu yüzyılda
bir gece vakti tanrı’dan ödünç al da
bana o bakışı getir.
arşe esmer bir hüzündür
duvarlar burkulur
unutulur yükseklik korkum.

uzunca sussam uzunca
upuzun susarım
varırım kıyılarına belki kendine gelmenin
arşe ayetidir gönül kitabının
suçüstü yakalanırım yağmurlarında
unuturum tanrı’nın kaybolmuşluğunu.

s.k.e
ikibinonüç’te29temmuz

ağzımda


senin adın neydi
ah neydi
bir çiçeğe su vermeye benzer miydi?
sahi neydi
ben o zamanlar yazardım
biraz az biraz yaz
azardım ben o zamanlar
azar azar ah niyeydi

kaç yıl önceydi neredeydi
hırçın bir eğilmeydi sudan seccadelere
sudan sebeplerdi
ah kime neydi.

sırtımda bir yokuşu eğdim yere
o düşenler ayak izleri miydi
of bunu söylemek niye
of niye ve kime

sahi neydi
senin adın neydi
ağzımda bir şiir kadar vakitsiz ve tenha
bir orospuya benziyordu
bir ayyaşa
ya da yaslanmaya bir direğe
öyle güpegündüz
sokak ortasında.

s.k.e
ikibinonüç’te12kasım



(Akatalpa, Aralık 2013, Sayı:168)

11 Ocak 2014 Cumartesi

bırakamayış

sizin gözleriniz var mı? bakmadım.
gidecek bir eviniz?
bu yol benim yolum
üstünde doğup batar gün
üstünde gemilere uzanır gölgeler
ipince bir kadına benzer yürüsem
yürümesem kemana
size bunu anlatmadım.

apaydınlık bir bugündü
herkesin kendine döndüğü
biçimleri ışıkla buluşturdum
neye uzandıysam merdiven altı
yedi, sekiz
dokuzu da sayarsam ona benim diyeceğim
bir yalanınız var mı? inandırdığınız…
ah neydi onun adı neydi
dibinde kimseydim
neydi adı bir söylesem.

sizin her şeye yeniden başlamanız var mı?
herkese benzeyen
ama değişilmeyen hiçbir şeye
otobüse yetişmeleriniz?
bu beklemeler benim
lütfen lütfen gidiniz!
incinmelerle renkleniyor sardunyalar
bu sır benim söyleyemem
o ve ben
denizlerce sessiziz.

siz serçeleri sever misiniz?
lütfen hayır deyin lütfen
aramızda bir akşam
aramızda gerçek bir akşam
kırık dökük bir anıya sarılıyorum ah bunlar elleriniz
sarılmasam yine elleriniz
koskoca bir ormanı andırıyordu bendeki
bırakmadım.


s.k.e
ikibinonüç’te30temmuz


( Akatalpa, Ekim 2013, Sayı:166 )



te cetveli babam

göğsümün orta yerinde sızı
ocakta kaynamış taş
elleri hep yüzüne yakın
büyük fotoğrafta te cetveli babam

okyanus ötesine mektuplar yazarken tanrı’ya
ne masallarla uyunur bir göz bıraktı
ne huzurlu bir kalp…
sıra sıra kahverengi çocuklar
lastik ayakkabıların ucunda dünya
babamın ağzı kuş yuvası
yollarsa çabuk çabuk çırpılan kanatlar.

işte kıskandı şu ağaç
şu kırmızı taşlar kaldırımda
şu sardunya o sebepten eğilmiş sokağa
sallardım da fırçamı
biçimi bozulmasa yağmurun
ıslak bir bank
tenha bir parkta.

birazdan açılacak kapı gıcırtısı babam
yürek kıpırtısı
kaç zamandır kapalı kapılar ardında.


s.k.e
ikibinonüç'te11haziran


(Akatalpa, Temmuz 2013, Sayı:163)

küçük a

benim güzel tanrıcığım
küçük a sanıyorlar seni
ama sen büsbüyüksün
ve sevmesin kimse seni
aslında kimse kimseyi sevmesin
sevdikçe kimsesiz kalıyoruz
sevdikçe ortada...
üstelik el uzatılıyor yalnızlığımıza
dil uzatılıyor
kol
bacak...
papazdan bahsetmiyorum bile.

benim güzel tanrıcığım
küçük a sanıyorlar seni
gülümsemiyorsun sanıyorlar.
aslında kimse kimseye gülümsemesin
bir rahatsızlık kalsın
ne de olsa bahar da biter
pencereler diyorum tanrıcığım pencereler
çekinmeliyiz pencerelerden sudan sebeplerle
sokak buna gider
ah arka bahçeler diyorum tanrıcığım
katilin uşak çıkma ihtimalinden de beter.

benim güzel tanrıcığım
annemi bir kediye ver
kediyi filde sakla
bana filleri yasakla
ve tanrıcığım
küçük a geldiği zaman bir işaret gönderiver.


s.k.e
ikibinonüç’te21mart


(Akapalta, Mayıs 20013, Sayı:161 )