16 Kasım 2016 Çarşamba

ağrı



bir çarşaf dağılsa çıksak odadan
ölçsek hangimiz daha fazla.

masaya devrilmiş bardak
bardakta su
suda sağ kolum
evlerin, sokakların sağ kolları
evet’lerin hayır’ların
geçmiş bir zamanda kımıldayan gölgelerin
kımıldayan dalların
kımıldayan fotoğrafların aklımızda
iniltisine yabancı olduğumuz bir hayvan
kolumda uzanmış boylu boyunca.

iniltinin hesabı sorulmaz, nicesi korkunç
vergisi yok faturası tüyden hafif
kaç bin yıllık yorgunluğa yol verilmiş
yeni doğmuş bir dananın ilk ayaklanışıyla ilişkili
uzayan kısacık bir şey
bir şarkının ilk sözüne benzeyen
açılmış bir kapıdan geçme arzusu
senin neyine benziyordu bu çok hisli akış
önce yüzleri sonra sesleri en son adları çekip almış
bu alışlara sen de balyoz, ben diyeyim sağ kolum.

bir ülkeye yeniden inanmaya benzeyen bir umutla
dayandığım bu hayvan
bu yabancılık kolumda,
bütün caddeleri boşaltan vakitlerce
mutsuz kentlerin kurdunu boşaltmış
yitik bir demokrasi kadar öksüzüm.

öksüzsün bursa meydanda çay ocağı
öksüzsün küçük tahta tabureler
tezgahında demetlerce yeşil nohut
öksüzsün gülümseyen satıcı.
bunları, bir hırıltı arasında gezilmiş
dayanılmış ve dayatılmış  bütün şeylere saydığım doğru

masada bardak
bardakta su
suda sağ kolum
devrilmiş bir ülke gibi
yazmamış gibi onca seneler
mutluluklar ve keder
üzerinde bir tutam hafıza kiri.



s.k.e
ikibinonaltı’da31ağustos

8 Kasım 2016 Salı

şiddetle öpüşüp ölebiliriz



bismil'de son nefeste bir besmeleyim
cizre'de taşlaşmış yüz
büyük ihtimal taşlanmışımdır
sana kaç porsiyon beytüşşebap ısmarlayayım?
ankara'da kanlı bir durakta düşündüm bunları
burada düşünmek bir mucizeye gülümsemektir
şiddetle gülümseyebiliriz

ağzını arala kuşlar uçsun
ağzını arala ağlayabilirim
ağzın her aralandığında buralar bahar
kapatışın üçüncü sayfaya manşet
güzel bir şeyler söylenebilir belki
sonranın bir başka adı varsa o da belkidir
bir tramvay çizmek resim defterine
hâlâ gidilebilinir yerler fısıldar
ve oralar daima içimizdedir

düşün ki ilk tomurcuk katledildi
düşün ki ilk cemre ilk dokunuş
-suya, toprağa, havaya
düşün ki havalandı bir fil
kuleler ve kaleler havalandı
kaygılarının önünde eğil

memleketin bütün bulvarlarında kayıp ellerim
bütün kucaklayışlar boşuna sarılışlar eksik
 geberesiye dönmüyoruz
dönen şeylere düşman genişleyişler
ve dalı gövdesinden ayrık bir yerdeyiz

bir şeyleri başka şeylerle buluşturmak
bir şeyleri başka şeylerle kavuşturmak
öpüşmeye benzeyen şeyler
dolmuş boşalmış şehirler ve şarjörler
güney sahilleri ve doğulu köyler
yakına ihtiyacımız var
yakına ama yakılmamaya
ve aldırış edilmeye mutlaka

ağzını arala kuşlar uçsun
ağzını arala ağlayabilirim
ben ağzını diyorum babam ağzıma bakıyor
diyelim ki hepimizin babası ağzımıza bakıyor
diyelim ki hepimiz bu ülke
 izmir'den kuşlar havalanıyor diyelim
çanakkale'den şemdinli'den
diyelim ki kuşlarımız öpmüş göğü
gök de yüzümüzü
gök de saçlarımızı
mesela yanlışlıkla ağzımız değmiş birbirine diyelim
şiddetle öpüşmüşüz mesela
artık ölebiliriz.

s.k.e
ikibinonbeş’te2ekim



Mühür, sayı:66, Eylül Ekim 2016



9 Ekim 2016 Pazar

içimdekiler



merhametin parmak uçları soğuk
katılaşmış kelimeler ve bir kağıt gibi kıvrılmış günah
ihtişamlı tuzaklar
sen duvarları biliyorsun -yüksek
bağışlamıyorum suya eğilmeyeni
bağışlamıyorum sırtım gök
çatalından tanıyoruz perişanlığı
ne çok acıyor kökü ağacın
bağışlamıyorum dilleri kan ve irin.

din yara etrafımızda
tacirler satmayı bırakıp yağmaya daldılar
putlarına aşık bir yaşam.
bir cenin cinayeti ağzım
susmaya teyellenmiş
ne çok yanlış adamlar sevildi
ne çok konfor merakı
sakın kalbinin olduğunu kimseye söyleme.

diyeceklerim bundan ibaret değil
bundan ibaret değil gündelik ağrılar
çıkar ilişkileri, plastik sevgiler, obezit aşklar.

yüzümü alıp da gitsem…

annem kılcal damarlarıma göğsünü bastırmış
ipince sıkışmışız
ipince içli bir şarkıymış da, sarıveriyormuş çepeçevre
bir ilkokul azarı gibi içimiz
varı böyle anlıyorsun yoğu böyle.

umutlarımız derdest
sonra esmer şehirler…
sonra saçlarımı sevmediklerini söylediler
ben herkesin saçını da saçsızlığını da sevdim
siyasi demeçler ve korku hutbelerden yükseldi
üzgünlüğün dilinde şerh
suya serdim seccademi
sesimi geceye
korku belki de tek insandı
sonrası ıpıssız.

sakın kalbinin olduğunu kimseye söyleme…





s.k.e
ikibinonaltı'da5ağustos

Akatalpa, Eylül 2016, Sayı:201





sürreal



gözlerim kapalı mı açık mı bilmiyorum
bilmemek iyi bir şeydir
muhtemelen bir kediydi -ellerini gördüm
kedinin ellerini gömdüm arka bahçeme
bahçem çöl.
kedinin ellerinde okşanan masallar
kum tanesine hapsolmuş saraylar vardı
büyük ihtimal özlüyordum.

her gece kafamın içinden gürültüyle geçen bir tren
trenin kompartımanı
kompartımanda pencere
pencerede kayan incecik şeyler
her gece hep unutmaya kapanan
elleri namlusunu alnıma dayamış
radyoda yurttan sesler
-öyle durma önümde- dedi
gözlerim kapalı mı açık mı bilmiyorum
bilmemek iyi bir şeydir
-saçlarını öyle verme rüzgara-
-öyle bakma-
sesi büyük keder
hızla çevrilen çarkıydı zamanın
ihtimalsiz öpülmüş dişlileri.
bütün tanrılar istiyordu kedinin sevişmesini
kocaman bir yalnızlıkla.

gözlerim kapalı mı açık mı bilmiyorum
kapı aralık mı bahar mı
bilmemek iyi bir şeydir
muhtemelen yapmaman gereken şeylerden muaf tutar
muaf tutulmak bu şiire biraz abartı katsın istiyorum
abartı memur
ne istiyorum bilmiyorum
yanımda bilmemek
yürürken söylerken susarken bilmemek.
bir kedinin kılıcıyla ölmeye benzeyen
filmler izledim -büyük gerçeklik
portakal çiçeği kokan gülümseyişler dizdim ipe
bu mısradan upuzun tüneller yaptım
köprüler kurdum
köprüler yıktım
bir devlet olsam kafa tutardım amerika'ya
ben tutup uykuya göz kırptım
her şey isteyerek oldu
herkes isteyerek öldü
eşik ve ilk adım -rüya

muhtemelen bir kediydi -ellerinde paris
pariste eyfel kulesi
kuleyi sulayıp yeşerten tanrı
ama benim hiçbir şeyim yok
hiçbir şeyim yok
hiçbir şeyim
çıplak bir rüyadan başka
kedinin ellerinde yuvarlanan.



s.k.e
ikibinonbeş'te28kasım2015


Çevrimdışı İstanbul, Temmuz-Ağustos 2016, 3.Sayı




28 Ağustos 2016 Pazar

dolor



göğü gökdelenlerle kırbaçlayanların
akıl almaz yasaları ve yakışıklı yasları öpüyordu alnımızı
su içmek toprağı ekip biçmek paraydı
kitaplar paraydı
gitmek paraydı
yakışık almıyordu kalmak ve bakmak
biri şu perspektifi söksün istiyordum gözlerimden
unutmaya etek toplayayım
üstelik adım belkıs da değildi
sahi adım neydi
biri adımı söylesin

zaman gürültülü
parmak uçlarında yürüyor filler
kaç kişiydik
inanmış kaç asır
afili bir üzgünlüktü dünya
yavaşladıkça yavaşladım
kışınızda ağzım filbahar
ya sizin ağzınız?
ağzınızda yaranız var mı?
patlar mı her haziran?

bazen kalelerim düşüyordu
annem bir kuyu sanıyordum süreklileşen
bir derde vurgun ki merhem bilmez.
kibrine kibrit çakmak istediğim koltuklar
ve onların ışıltılı vitrinleri
bir miting alanına atıyordu kalbimi
oturup kendi sesime ağlıyordum
içinde kaybolduğum bir şarkının nakaratı
lütfen bir sokak kedisinin gölgesinden geçsin.




s.k.e
ikibionaltı'da29haziran
 Eliz Edebiyat, Sayı:91, Temmuz 2016

4 Ağustos 2016 Perşembe

sessizlikler


yüzümden düşen kuşlar değil,  
ışıkların gölgesinde kuruyan şeylerin hüznü. 
bir
 kedi miyavlamasıyla beraber değiyor sesim yağmura 
düşenleri arıyorum içinde caddelerin
 
defalarca önünden geçilmiş vitrin camlarında.
 
okul
 önleri, parklar, plakçılar 
yol yordam bilmeyen bir kalbin
 
yol yordam bilmeyen hüznü.
 

kadın boya kutularına sarılsın sımsıkı 
adam yazlık sinemalar gibi dursun şurada
 
yüzümden düşen kuşlar değil, 
 
ağırlığı
 bir trenin. 
gök
 burada kimse gitmesin 
ilan edilmez oluyor varlık
 
günün soluşu dertlenmeyecek gibi değil
 
ve derdimiz, 
 
mümkün kılıyor kalbe dokunmayı
 
bir âmâ sakinliğiyle kalbe dokunmayı
 
demirin ağırlığınca kalbe dokunmayı.
 
bir
 heykel hüznüyle durulabilir diyor vazgeçemediklerimiz 
yalnızlıktan geriye kalan bir güzel zaman
 
kıymık gibi batıyor, gidilmesin.
 

kimselere söylenmesin solduğu mum çiçeğinin 
içimiz hızla geçilebilir bir tehlikeye dönüşme korkusu
 
kimselere söylenmesin yavaşlatma arzumuz
 
sesimden düşen kuşlar değil,
 kanatları onların 
kırık,
 belki kırgın ve bir uyanışa işaret 
belki oralıyım tökezleyen bir yazdan kalma
 
safsatalar içimde sancıyor
 
imanı büküyorlar çatlıyor duvarlarım
 
kimin susuşuyum yolu büken kim?
 



s.k.e
ikibinonaltı’da26mayıs



Akatalpa, Temmuz 2016, Sayı:199

17 Haziran 2016 Cuma

kırgınlık bildirgesi


yeri anladığım zaman kaldırdım başımı
cümle cemaatten uzak
ayağımın altında o taşlıklar
kırlar ve unutulmayacak toprak.
kâh dışındayım kâh içinde
kafamın. içi açıp kapanan kapılar
bir yukarı bir aşağı asansörler
sesler ve onların ilmi.
merdiven arıyormuşsunuz diyor devletin memuru
buldum diyemiyorum
hayranlığım uzanmış göğe doğru
ağzım kelimesizlik
dilini bilmediğim börtü böcek ölür.

suyu bir dağ başında bıraktılar
akışı annelerin memelerine
ucundan yaşamak sağdığımız.
balçıktan çıkardılar ev yapan adamları
ve kadınları incecik
saçlarına çiçek takan.
çiçek seven üç insan toplanamadık
kaçıncı üç nisan geçti kimbilir
balçıktan çıkardılar özlemek denilen o korkunç yalnızlığı
uzun caddeler boyu koşup geciken kaybolmayı.
kim anlatır uzayan minareleri
avuçlarında dünyayı kim taşır
asil geceye ışıltıdır hüzün
ağını öremezse kader örümcekler ölür.

dirilik ve dinginlik vur şimdi kırlara
bir çiçeğin korkusuzca açmasına benzeyen
kanat sesi
çok çocuk
çiçekler diyorum boynumuza eş
ağır vebal neşeye kardeş
neşeyi kirli bir oğlanın şehvetine sattılar
kımıldanmayacak üç koltuk
üç köşe başı
üç yasal imzayla.
ilk ezana ramak vardı
ilk ışığına duanın
akıl almaz ve sinsiydi karanlık
sabahı karşılayamaz serçeler de ölür.




s.k.e
ikibinonaltı'da19mart


(Akatalpa, Mayıs 2016 Sayı:197)




19 Mayıs 2016 Perşembe

sancı



karanlığın hışırtısından anlıyorum 
ayağım bir akşama dolanıyor
rabbin seni terketmedi diyor ağzında ayet taşıyan kırlangıçlar
ıstırabın sırrına geçiriyorum ilmeği
sokağı yerle bir eden sessizlik.
ademin kaburgasından dünyanın rahmine uzunca bir yol
bu bomboşluk
bilinmezliğin içinde nasıl da görkemli

hangi yıldız tozunu silkelese kırkıncı kapının önündeyim
şahlanan endişe ve o yeni yetme duygular
dudaklarımda kurumuş bir çöl kederi

ben oradan dövüyorum duvarlarını rahmin
oradan fildişi kulelere aceleci
kimseler bilmiyor
kimseler bilmese ne olur
bağlanıyorum yenik ve güzel
yapayalnız bulvarlar içinde kalmış ayak izleri
bağlanıyorum her akşam 
aramız ışıklı karanlık caddeler 
ışıklı karanlık evler 
ışıklı karanlık bahçeler 
parklar, dönmedolaplar, 
dönmeyen çocukluklar
aramız su geçirmeyen kavgalar
ve binbir riya
ciğerlerime yaşamak doluyor
buna hayat deniyor 
deniyorum olmuyor

bir ayağı eksik sandalye gibi duruyorum
akrebin peşini bırakmış yelkovan
bilmiyorum saati
rabbin sırtını dönerse bilinmez zaman
gölgede kayboldum beni çöle al
göğsümde çırpınan bir yağmur kuşu
göğsümde ağustosböceği hüznü.

gözlerimin korkusuzluğundan anlıyorum
sabaha asılacak pek çok hatıram 
ve elbet dolanacak boynuma rüzgâr.




s.k.e
ikibinonaltı'da27şubat


(Nordik Dergisi, 8.Sayı, 2016)



sevgilim güzel ülkem


sessizliğinde gecenin saklanmış çocuklar var
uçurum kenarında yürüyen
korkmuş ama illâ yürüyen
korkmuş ama vazgeçmemiş
gözleri kandil gibi yanan bir kedi
ve kokusu kedinin
sisin çöktüğü buza kesmiş dalların ötesinden
grinko'nun elleriyle gelen
akla karşı durmuş nasıl da çağırıyor beni
henüz kulağımdan gitmemiş
bir varmış bir yokmuş masallar
şövalyeler kahramanlar
ve hızla çiçek açan dalın
hızla büyüyen melodisi
ilk adım
kararlı ve bilinmez.

göğsünden göğsüme mi açıldı
yoksa taşındı mı bu boşluk
sevmek hep mi böyle ince
yüzümde kendini yadırgayan rüzgâr
ve merkezi dünyanın çok umutsuz
çok gülünç çok küçülmüş
dertler, tasalar ve kahır
ağzımda allah and olsun anlatılır
gecenin içinde yumuşayan demir
yumuşayan kalp yumuşayan gövde
göğsümde yıkılıp yeniden kurulan
çaresiz mahzun güzel ülkem

kendiliğinden geliveren hiç kimsenin renginde
bütün hallerinde yaşamın ve dayanılmaz uyum
anlayınca eksiliriz anlatınca eksik
kökü derinlere inen nem ve soluk
önünde soyunmuşuz gibi sıcak
o an yan yana ve yayılmış bütün zamana
bir haykırış var dilimde hiçbir mektuba sığmayan
hiçbir şiire yazılmamış saydamlık
derinliğinde kaybolduğum koridor
merdiven altı, kapı ardı ve naftalinli çekmece
içinden seviyorum seni bütün karanlıkların
evli ve mavi bir bahçede
grinko'nun elleri hangi denizi orta yerinden bölüyor
yırtılan bir tenekeymiş zaman
anladım nasıl yaralar açılıyor

hırçınlığım benim güzel ülkem
su taşıyor karıncalar senden yana
altını çizdiğim cümleler
ve yüzümdeki her gülümseyişin içinde
ne buldum da atladım duvarlardan
seni nasıl dayanır buldum kemiklerime de
böylesi sevdim.



s.k.e
ikibinonbeş'te30aralık

(İzdiham, Nisan-Mayıs, 2016)

23 Nisan 2016 Cumartesi

suya ve zamana



beni şair diye yazmamışlar
annem de herkesin annesi değildi
suya ve zamana ağlardık
makamlardan habersiz
hatta bağımsızdık
testinin dökülenine hüzünlü.

bütün hileleri bilen tanrı
bütün hilelerin de sahibi
mesela ağlayacaktım yalandan -hile değil
gidip de dönmeyecektim -hiç değil
boynuma bir kuyuyu asmışlar -bu hiç adil değil

attan düşmedim
büyük ihtimal inanmışlığım bundan
ata ve kafamda dolaşan porsuğa.
ata ve bir porsuğu tanımazlığıma.
artık bir fili anlamayı bıraksınlar

bütün putperestleri gördüm
hiçbir putperesti tanımadım tanrım
onlar müslüman mı? arınamadım
onlar müslüman mı? anlayamadım
onlar müslüman mı? tanrım ağladım

beni yokmuşum diye varsaymışlar
yokluğum onların olsun
ve lanet.
lanet dedim de, ne çok ses çıktı
ne çok gürültülü bakış -kahrolsun

dünyanın kalbini acıtan
dünyanın kalbi acır mı?
şerh düşelim şeyhimiz duysun
ilk taşı atan bulunsun
başını taşa ilk koyanla başına taş koyulan
sanki kırgınmış dağ çiçeklerine
gözle cam arası perde
duasıymış parmak uçlarımızın
nasıl sevişilirse
nasıl sevişilirse
nasıl sevişilirse
camı buğulandırabilir bir göz ve dahi nefes
öyle üzgünüm.



s.k.e
ikibinonaltı'da23nisan

6 Mart 2016 Pazar

arrest



kendime inen merdivenlere yığılmış bulunuyorum
bir tren geçiyor basamakların üstünden
üstümden bir tren -nabzını unutmuş
annemin elleriyle aramda demirden.

uzakların ardında merhametten bir dağ
ayrılmış kopmuş bütün mezheplere yama
bir şarkı çalıyorum -kıyamet ordusu aceleci
kapısını kapıyor tanrı, yeniliyorum
kimse kimseyle göz göze gelmiyor
herkes son sözünde hayatın
ilk verdiği sözde kirlenmiş kaygının ele avuca sığmazlığı
devrildikçe dağılan nar, yırtılan yaralar.

devletin gömleği lekeli
dudağımda uçuklar patlatıyor
yarım kalan her şey kendini asıyor boynuma
devamı hiçbir şey
devamı hiçkimse
devamı hiçbir yer
afişe edilmiş artık tohum
toprak tanımaz, çürümeye düşmedikçe meyve.

altından neyi çekersen çek
bu bir yok olma biçimsizliği
bu bir sitem varlığa
insanın göğsünden yaşama pompalanan
bir kuyu arayışı
hakikate düşmüş bir iz bir gölge.

kafamın içinde cerrahlar -neyin ameliyatı?
ağzımdaki yağmurdan tırnağımdaki kuma
varışın hiçbir anlamının olmadığı hâl
madem tanrı var inanmıyorum cehenneme
çok hisli bir zeytinin itirafı denilsin
istemiştim ki kaçmasın sofranın bereketi
altımdan neyi çekersen çek
benim başka gömleğim yok
yarası göğsümden dünyaya açılan.

kaçılır avazı çıktığınca vaaz verilen yerlerden
geyiği suya indiren istek ve tedirginlik
özenilmiş bir korkuya dönüşür.
henüz kibri yazılmamış bir alın teridir hayat
politik kokular sürünmüş kadınlar
politik korkular giymiş çocuklara gebe.

habersizim, üstelik bilmiyorum gitmenin dilini
solgun bir çölü geçmeye aday
sevdikçe yavaşlayan çöl devesi
içimde iltihap korkusu
çölde kal
çölde kal.


s.k.e
ikibinonaltı'da28ocak



Akatalpa- Mart 2016-Sayı:195





2 Şubat 2016 Salı

salyangozun intiharı



saat üç onaltı
yüzümü avuçlarımda topladım
sigara, balkon ve gece
bir salyangoz nasıl asar kendini ağaca
gördüm de söylemedim
utanıyorum bunu yazmaktan
her yağmurda bir intihar tutmaya
ve yakalamayı bir damlayı ağzımla
ant içtim

bak sesi yok kuşların
bak kimselerin sesi yok
bak sabaha kadar bak
kaçtım kendimden
unuttum yalanıyla ne kadar uzaklaşabilir insan?

saat üç yirmialtı
yüzünün bir yanına doğru uzanan kıvrımını sevdim ağzının
öyle uzun sevdim ki kısalmadı söz
sen de hiç kısalma istedim
uzadın uzadın uzadın
içime doğru bir koridor
düştüm peşi sıra.

pencerelerin konuştuğunu biliyor muydun?
sessizliğin dilini?
pencere çiçekleri hep bu yüzden güzel kokar
sonra içimiz sökülür annemizin ördüklerinden
ve sonraki geceler için biraz kırıklık
her türlü sustuğumuzdan
camda süzülen damlalardan haritalar inşa eden
bir damlanın diğerine huzursuzluğu
kalbimde kal.

saat üç otuzsekiz
kalbimde kal.

saat üç kırk
kalbimde kal.

ince bir yakarış yüzümü yalıyor
sonra içimin saklı köşelerini
aydınlatan ölgün bir ışık...
allah'a biraz daha yakınlaştıran
adını ağzıma hapseden bir mide krampı
şiirle anlatılmaz
yaşamadan anlatılmaz
sessizlik diliyle dolaşır gecenin içinde
ısrarla geçmeyen şeylere inat geçen dakikalar

saat üç kırkyedi
görmek istemezdin kalbimde nasıl yer ettiğini
ağzımdan incecik süzülüp
deşe deşe iç organlarımı
ve içimde bir şeylerin yer değiştirdiğini.

burada uzunca kaldım.

saat dört sıfırbeş
yüzüm darmadağın
elimi nereye koysam oradan çıkılmıyor
bir kez daha çağırdı balkon
göz göze gelmem için bir köşede unuttuğum nara
bilerek koyulmuş gibi baktım
ilk kez orada kaçtım sigaradan
kuşlar yoktu.

saat dört sıfırdokuz
kalbimde salyangoz yorgunluğu.





s.k.e
ikibinonaltı'da2şubat

30 Ocak 2016 Cumartesi

cadde boynum anne


rüzgârın perdeyi kımıldatma habercisiydim
sokakta bir poşeti sürükleme...
en çok bu vakit ağlatırdım müezzinlerin sesini
annem kıskanırdı
ne güzel kıskanırdı annem
yani annem kıskansa müezzinleri
bu vakitler içimdeki şeyhi dirilten
bu vakitler ulurmuşuz sessizce
sessizce alfabesi yitik bir dil
sürüklenen poşet ve perde.

nasıl yırtılırsa bir ses boşlukta
nasıl dağılırsa irin
birdenbire nasıl boşalırsa bardaklar
peronlar nasıl aynı anda ve hızla
bir camın buğusunda adın
ve ağzımda
polis otolarıyla orospular
dağılırlardı tedirgin telaşlı.
mesela baksam ve görsem ki
yansımam bir vitrin camında
bir yüz bir kalp ya da bir beyinde
içim, aşırı hislilikle yazılmış bir şiirden
artan bir sevinç
geri dönüşümsüz izler bırakırdı.

kendi boynuna ip olmuş bir yaraydım
aşırı türkçe konuşmuş
aşırı çizmiş altını sözlerin
aşırı yağmur yemiş.
muhakkak tanrı'nın rüyasıydı bu muhakkak
yastığım küf
cadde boyum ıslak
cadde boynum anne
cadde bozuk plak
cadde
cadde
yani cadde demek çok bas durabilirdi bu vakitler
ve bu delen bir şeydi
biraz metal
biraz kesici.

düşün ki annemin rahmi ve bu kirli bahçe
gogh'tan bir kederle yaşamak çizerdi içimize
bir beşikte tıngır mıngır intihar büyüten
bu belalı bu vebalı yüzyıl
bu bakışık olmak ama olamamak yakışık
bu suya inen atları seyir.
hâl bu hâl
annem ve müezzinler
rüzgârın perdeyi kımıldatma habercisiydim
sokakta bir poşeti sürükleme...
yıkılan bir şey vardı kumdan neydi?
fildişinden yükselen?
korunaklı korunaksız
bu vakitler şiirdi cadde diyememek
sürüklemek caddeyi
sürüklenmek başka bir şeylerle
avuçlarının teri, perde ve henüz esnemiş kedi.



s.k.e
ikibinonbeş’te22nisan


Nordik Edebiyat, 2016, Sayı:7


20 Ocak 2016 Çarşamba

inanmaya iman



her gün uzuvlarımdan birini taşlıyorum
taşlaşmasından korktuğumdan
sen ki taşların da rabbisin açlığın da
devletlerin eliyle deşilen zaman
çocukların karnından kanına
göndere çekilmiş mutsuz bir bakış.
neyin kıyısına ilişsek anlamını yitiriyor
haritalardan sıyrılıp insanın avucuna düşen açlık
ve kaygının tomurcuğu insan
anlamını yitiriyor.

içimizde gidilmemiş bir yaz
düşümüzde uzak bir ülke hayranlığı
nehirlerin gürültüsünde sevilen bir yalnızlıktır
orada hatırlanmayan bütün kavgalar.
geçirgen bir kıpırtı bahar içimizde
bir yol bulunsa da gidilse.
şehir eşkıyaları ve kırbaçlanan atlıkarıncalar
kalbe saplanan bıçak değil, sancı
kalbime saplanan
kalbimde, hesaplanmayan sancı.

her gün uzuvlarımdan birini sayıyorum
kaybetmekten korktuğumdan.
beni kaybetmeye inandır yenilgilerin rabbi
bütün zaferler içeriden çürüyor.
ben dönme dolaplara binmem değil binemem
düşersem karanlıkta düşerim altıncı katından bir evin
düşersem uçurum kenarında tutmuşumdur bir eli
çömelmekten az önce çıkmışımdır
çömelmekten çıkılır
ve gelinir düşmekten
bu biraz devrilmesi gibidir bir şeylerin
beni devrilmelere inandır
yükselişler gözümde küçülüyor.

her gün diye bir şey var
gelip zorluyor kapımı penceremi
ben onunla uzuvlarımdan birine ağlıyorum
derin şüpheler içinde
derin denizlerde boğulmaya benzeyen
beni inanmaya inandır sahipsizliğin rabbi.




s.k.e
ikibinonaltı'da20ocak

16 Ocak 2016 Cumartesi

musa peygamber dün bendeydi



diyebilseydim ki arkadaşım musa peygamber dün bendeydi
oturduk tek tek saydık putlarımızı
benimki açık ara ilerideydi
oradan öylece baktım -ora biraz beride
musa'nın berisi
beri peri olsaydı keşke diye mırıldandım
mırıldanışım bir kedi gibi sırnaşık
kelimelerden sofralar kurdum -sofra sonra oldu
sonra sevdiğimi söyledim sonrayı sevdiğimi
şefkati peygamberceydi
gözü gözümde, işaret parmağı dünyanın üzerinde
üzülmekse üzüldük kahrolduk yandık
üstüme çağ düşmüş gibi ağlatıp beni inletti

diyebilseydim ki arkadaşım musa peygamber dün bendeydi
saçları saçlarım kadar
boynundan boynuma yarılmış bir deniz bana geldiğinde
dalgalı kızıl bir yerdeyiz -bütün zamanlara uygun
insanın peygamberden arkadaşı olması pek havalı
hava kış bizde yaz ha yaz bitmiyor kelimeler
korkmuyorsan ıslanmaktan sırılsıklamsın
ardından buza kesiyor yağmur fırtına kar
anlaşamıyorsun -mesela bu bile konuşacak bir şey
insanın konuşabilmesi güzel
onca laf olsunlukla dolmuş konulardan sonra
günahsa günah ayıpsa ayıp perdeyi kaldırdık
musa cam gibi karşımda
ben içinden geçiyorum camın ya da işte musa'nın
ötede gitmediğimiz bütün yerler sırada
tek tek şikayet dilimde
tek tek dilinde merhamet af

diyebilseydim ki arkadaşım musa peygamber dün bendeydi
belki kimsenin peygamberi olmasın diyeydi
herkesin inandığı ama inanmayan herkese bir musa.
mesela muhammed'e kadar
finanse edemediğimiz şeyler üstüne oturttuğum
kalbimin cereyan alması ve elektrik zamları üzre
akşamdan sabaha konuştum da konuştum
diyebilirim ki peygamber kıyağı bu bana
allah'tan ne istesem olacakmış gibi hâl
musa da musa
leyla tarifinden mütevellit
frambuazlı ağzına yakışır sözler not ettim
lili'ye şiir yazılmasa ben yazardım o da bunu not etti
herkesin lilisi kendine -cinsiyetine kibrit suyu
freud dedim hani şu bizim meşhur freud
ben peygamberim bana bunları anlatma dedi
daha birçok şey söyledi de belki ben dinlemedim
dinlesem de demezdim olmasın sırrı ifşâ
önce onun putu uçtu uçtu uçtu
benimkilerden bir devlet töreni bile olurdu

diyebilseydim ki arkadaşım musa peygamber dün bendeydi
gülüştük iki deniz gibi asası aramızda.




s.k.e
ikibinonaltı'da16ocak